Aslında ortada bir yanlışlık bulunmuyor. Evet, yapımcılar haritayı yaratırken bildiğimiz Harran’ın isminden ve kültüründen yola çıkmışlar ancak tasarladıkları şehir tamamen hayal ürünü. Bu nedenle gördüğümüz hiçbir şey bize Şanlıurfa’nın isot kokan havasını hissettirmese de, karşımıza çıkan karakterlerin pek çoğunun Türkçe isimlere sahip olması ucundan azıcık aidiyet hissetmemize neden oluyor. Yapımcı ekibin Dying Light ile yapmak istediklerine uygun olarak yarattığı bu hayali Harran, oyunun en güçlü yanlarından birisini oluşturuyor.
Ancak buraya değinmeden önce gelin birazcık oyunun genel yapısından bahsedelim. Oyunun yapımcı firması Techland, kendisi de zombilerle ilgili olunca ister istemez Dead Island’ın ruhani takipçisiyle karşı karşıya olduğumuzu tahmin ediyoruz. Oyunun kendisi de bu düşünceyi destekliyor. Dying Light, pek çok özelliği ile Dead Island’ı fazlasıyla hatırlatan bir yapım. Ancak kendisini diğer tüm zombi oyunlarından ayıran çok önemli bir özelliğe sahip; parkur. Birinci kişi kamera açısıyla oynanan oyunda karşımıza çıkan hemen her yere tırmanabiliyor, oldukça estetik ve akıcı bir parkur deneyimi yaşayabiliyoruz. Bu nedenle Dying Light’ı Dead Island ile Mirror’s Edge’in karışımı olarak tanımlayabiliriz. Bir de üzerine açık dünya yapısını ekleyince elde edilen sonuç gerçekten tadından yenmez olmuş.
Tabii tüm bunları anlamlı kılmak için öncelikle bir adet elle tutulur senaryoya ihtiyacınız var. Dying Light, bu noktada oynanış mekaniklerinde gösterdiği çabanın bir benzerini gösterme gayretine girmiyor. Oyunun daha önceki pek çok zombi temalı oyunda/filmde gördüğümüze çok benzer bir hikayesi var. Amansız bir virüsün etkisi altına aldığı insanlar birer birer zombi haline gelir ve hükümet de çareyi şehri karantina bölgesi haline getirmekte bulur. Tüm giriş ve çıkışların kapatıldığı şehirde hali hazırda sağlıklı bir şekilde yaşamanı sürdürmekte olan insanlar ise kaderlerine mahkum edilir. Ancak olan bitenlerle ilgili elinde bir doküman bulunduran ve bununla hükümeti tehdit eden kötü adamımız Rais’i durdurmak Kyle Crane isimli kahramanımıza düşecektir.
Oyunun senaryosu bu denli basite indirgenmiş olsa da, geçen zamanla birlikte açılan ve ilginçleşen bir tarafı da yok değil. “Karantina bölgesine git, belgeyi al ve çık” üzerine kurulu olan görev, Harran’da yaşamakta olan insanlarla tanıştıkça çok daha anlamlı bir hale bürünüyor. Aslında Dying Light’ı sevmemizi sağlayan en önemli unsurlardan birisi de bu oldu. Pek çok zombi oyununda gördüğümüzün aksine burada yaşamlarını sürdürmekte olan ve ortama uyum sağlamış insanlar bulunuyor. Yani Dying Light “Eyvah! Herkes zombi oldu, haydi kaçalım” diyen oyunlardan değil. Oyun, yaşam alanlarını istilalara karşı güvenli hale getirmiş, şehri dikey konumda hareket etmeye elverişli yapılarla donatmış insanların arasında geçiyor. Hayatta kalmanın püf noktasını da işte bu dikey hareket oluşturuyor.