Zombi oyunlarının kendisi zombi etkisi yaratır hale geldi. Artık gördüğümüz yerde kaçmak, kafasına meşe odunuyla vurmak istiyoruz. Konunun kendisi bu kadar klişe bir hal almışken, Dying Light’ın aynı malzemeyle farklı bir yemek yapma çabası gözlerimizi yaşarttı doğrusu. Harran… Pik noktasında Kuzey Mezopotamya’nın en değerli yerleşkelerinden birisi olan bu güzide bölge, bilimin ve ticaretin de merkezi konumundaydı. Günümüze ulaşan tabletlerden öğrenebildiğimiz kadarıyla tarihin ilk üniversitesine sahip olan Harran, yetiştirdiği pek çok bilim insanıyla tarihin akışına önemli katkılarda bulundu. Çevresini sarmalayan tüm su kaynaklarının kuruması nedeniyle bugün eski yemyeşil halinden eser kalmamış olsa da, görkemli dönemlerine işaret eden pek çok kalıntıya harabelerinde ulaşmak hala mümkün. Harran, bugün nereye baksanız bakın kahverenginin tonlarından başkasını göremeyeceğiniz bir yer. Dying Light açılışında kocaman puntolarla Harran’da geçtiğini belli edince birazcık afallamanız mümkün o sebeple. Çünkü içinde denizin, devasa köprülerin, yıkılmış pizza dükkanlarının bulunduğu bu yer hiç de Harran kokmuyor. Bu işte bir yanlışlık mı var yoksa? BİZE HER YER HARRAN Aslında ortada bir yanlışlık bulunmuyor. Evet, yapımcılar haritayı yaratırken bildiğimiz Harran’ın isminden ve kültüründen yola çıkmışlar ancak tasarladıkları şehir tamamen hayal ürünü. Bu nedenle gördüğümüz hiçbir şey bize Şanlıurfa’nın isot kokan havasını hissettirmese de, karşımıza çıkan karakterlerin pek çoğunun Türkçe isimlere sahip olması ucundan azıcık aidiyet hissetmemize neden oluyor. Yapımcı ekibin Dying Light ile yapmak istediklerine uygun olarak yarattığı bu hayali Harran, oyunun en güçlü yanlarından birisini oluşturuyor. Ancak buraya değinmeden önce gelin birazcık oyunun genel yapısından bahsedelim. Oyunun yapımcı firması Techland, kendisi de zombilerle ilgili olunca ister istemez Dead Island’ın ruhani takipçisiyle karşı karşıya olduğumuzu tahmin ediyoruz. Oyunun kendisi de bu düşünceyi destekliyor. Dying Light, pek çok özelliği ile Dead Island’ı fazlasıyla hatırlatan bir yapım. Ancak kendisini diğer tüm zombi oyunlarından ayıran çok önemli bir özelliğe sahip; parkur. Birinci kişi kamera açısıyla oynanan oyunda karşımıza çıkan hemen her yere tırmanabiliyor, oldukça estetik ve akıcı bir parkur deneyimi yaşayabiliyoruz. Bu nedenle Dying Light’ı Dead Island ile Mirror’s Edge’in karışımı olarak tanımlayabiliriz. Bir de üzerine açık dünya yapısını ekleyince elde edilen sonuç gerçekten tadından yenmez olmuş. Tabii tüm bunları anlamlı kılmak için öncelikle bir adet elle tutulur senaryoya ihtiyacınız var. Dying Light, bu noktada oynanış mekaniklerinde gösterdiği çabanın bir benzerini gösterme gayretine girmiyor. Oyunun daha önceki pek çok zombi temalı oyunda/filmde gördüğümüze çok benzer bir hikayesi var. Amansız bir virüsün etkisi altına aldığı insanlar birer birer zombi haline gelir ve hükümet de çareyi şehri karantina bölgesi haline getirmekte bulur. Tüm giriş ve çıkışların kapatıldığı şehirde hali hazırda sağlıklı bir şekilde yaşamanı sürdürmekte olan insanlar ise kaderlerine mahkum edilir. Ancak olan bitenlerle ilgili elinde bir doküman bulunduran ve bununla hükümeti tehdit eden kötü adamımız Rais’i durdurmak Kyle Crane isimli kahramanımıza düşecektir. Oyunun senaryosu bu denli basite indirgenmiş olsa da, geçen zamanla birlikte açılan ve ilginçleşen bir tarafı da yok değil. “Karantina bölgesine git, belgeyi al ve çık” üzerine kurulu olan görev, Harran’da yaşamakta olan insanlarla tanıştıkça çok daha anlamlı bir hale bürünüyor. Aslında Dying Light’ı sevmemizi sağlayan en önemli unsurlardan birisi de bu oldu. Pek çok zombi oyununda gördüğümüzün aksine burada yaşamlarını sürdürmekte olan ve ortama uyum sağlamış insanlar bulunuyor. Yani Dying Light “Eyvah! Herkes zombi oldu, haydi kaçalım” diyen oyunlardan değil. Oyun, yaşam alanlarını istilalara karşı güvenli hale getirmiş, şehri dikey konumda hareket etmeye elverişli yapılarla donatmış insanların arasında geçiyor. Hayatta kalmanın püf noktasını da işte bu dikey hareket oluşturuyor. SİYAHLA BEYAZI AYIRAN ÇİZGİ “Genel olarak” zombilerin beyinsiz ve yavaş hareket eden yapıları sağ olsun, belirli bir yükseklikte durduğunuzda kendinizi güvende hissedebilirsiniz. Harran sokaklarının hemen her yerine gruplar halinde doluşmuş olan bu arkadaşlara yem olmak istemiyorsanız arabaların üstünden, çatılardan, sokak lambalarından bol bol yardım almalısınız. Elbette devamlı hareket halinde olduğumuz için bu dikey yapının akıcı bir oynanışla sunulması gerekiyor. Dying Light’ın parkur mekanikleri en az Mirror’s Edge kadar iyi olmuş. Tutunma, zıplama ve tırmanma gibi aksiyonlar da Assassin’s Creed’den hiç de aşağı kalır değil. Bu oldukça önemli çünkü zombilerden kaçarken hiçbir duraksamaya ayırabilecek zamanınız olmuyor. “Yukarıdayken kaçmaya ne gerek var, zaten güvende değil miyiz?” diye düşünüyorsanız, paragrafın başındaki genel olarak ifadesine tekrar bakmanızı tavsiye ederiz. Çünkü güneş batıp da gecenin karanlığı üzerimize çöktüğünde oyunun tüm yapısı değişiyor. Gece olduğunda ortaya çıkan duyuları kuvvetli, süper hızlı ve fazlasıyla ölümcül zombiler, sizi gittiğiniz en yüksek noktaya kadar takip edebiliyor. Bu vicdansızlara denk geldiğinizde kaçmak bile bazen yeterli olamayabiliyor. ÖNÜNÜ ALAMAYINCA Dying Light’ı sevmemize neden olan diğer başlık için de bunu kullanabiliriz. Gündüz-gece dengesi oyuna muazzam bir lezzet katmış. Güneş gökyüzündeyken görevden göreve rahatlıkla koştururken, aklınızın ucunda daima, “Acaba havanın kararmasına ne kadar kaldı?” sorusu oluyor. Tam havaya girmiş bir şeyin peşinde koştururken telsizden gelen, “Güneş batıyor, güvenli bir bölgeye gidin” uyarısı işi gücü bırakıp kaçmanıza neden oluyor. Gece oynanışı işte bu kadar zor ve tedirgin edici. Ancak bu zorluğun bir getirisi de var elbette. Eğer ki gece dışarıda olmayı tercih edersiniz kazandığınız tüm tecrübe puanları ikiyle çarpılıyor. Bu oldukça önemli çünkü üç başlığa ayrılmış karakter geliştirmelerini bu puanlarla yapıyorsunuz ve inanın bu geliştirmelere fazlasıyla ihtiyaç duyuyorsunuz. Sevdiklerimizi birer birer saydık ama yeri gelmişken sevmediğimiz şeylerden de dem vuralım. Hayatta kalmak adına ihtiyaç duyduğumuz bu geliştirmeler, bir yerden sonra haddinden fazla güçlü olmamıza sebep oluyor. O kadar güçlü oluyoruz ki, hava karardığında dahi ölüm korkusu yaşamadan kendimizi sokağa atabiliyoruz. Oyunun en güçlü yanı olan tedirginliği öldürmesi sebebiyle bu geliştirmeler biraz can sıkabiliyor. DEAD ISLAND’IN OLMUŞU Harran yapısal ögeleri ve parkura elverişli koşulları ile güzel bir şehir demiştik ama onu asıl güzel kılan görsel kalitesi. Özellikle oyunda öylesine harika bir ışıklandırma kullanılmış ki, kaçmanız gerektiğini bilseniz dahi güneşin batışını izlemeden yapamıyorsunuz. Dying Light, pek çok açıdan kalitesini ortaya koyan ve Techland’in uzun zamandır başarmaya çalıştığı oyuna yaklaşan güzel bir yapım. Türün kendisine has klişelerine ve yüzeyselliğine takılmadığınız sürece bu oyundan zevk almamanız için hiçbir sebep bulunmuyor. DETAYLAR Oyunda “çoğunlukla” bu yükseklikte olduğunuz takdirde güvendesiniz demektir. Görmekte olduğunuz arkadaşların sarhoş gibi dolaşmaktan başka yaptığı bir şey yok. Dead Island’ın Dying Light’a miras bıraktığı en belirgin unsurlardan birisi olan silah modifikasyonu oyunda önemli bir rol oynuyor. Güneş tepedeyken hiçbir sorun yok ama hava kararınca işler değişiyor. Hele bir de bazı görevlerin sadece gece yapılabiliyor olması kaçınılmaz olanın kucağına atıyor bizi. Oyundaki zombiler tasarlanırken oldukça iyi iş çıkarılmış. Tam anlamıyla formunu kaybetmeyenler dahi oldukça korkutucu görünüyor. TEKNİK ÖZELLİKLER VE PUANLAMA