Mad Max’i yapısal anlamda kendisine benzeyen diğer oyunlarla karıştırmamak gerekiyor. Açık dünya olan ve rol yapma ögeleri barındıran her oyunda senaryonun önemi çok büyüktür. Hikaye ne kadar sürükleyici ise oyun da o kadar başarılı olur. Ancak Mad Max, isminin gerekliliğinden dolayı böyle bir şansa sahip değil. Evet, yaşanan nükleer bir felaket sonrası içine düşülen post apokaliptik bir dünya çerçevesi bulunuyor ancak bu çerçevenin içi boş.
Herkesin derdi hayatta kalmak ve bu uğurda her şeyi yapmak. O nedenle Max’in hikayesinde öyle derin anlamlar aramanın bir faydası olmayacak. Max sadece arabasına kavuşmak, hayatta kalmak ve bu lanet ortamdan kurtulmak istiyor. Oyun da tamamen bunun üzerine kurgulanmış durumda. Devasa bir harita içinde yollara düşecek, ihtiyacınız olan materyalleri arayacak ve bu uğurda karşınıza çıkan herkesi hunharca harcayacaksınız.
TOPRAK AĞLADI!
İçinde bulunduğumuz dünyanın yapısı bir yana, Mad Max özünde bir yol öyküsüdür. Vahşidir, kanlıdır, acımasızdır ama sonuçta bir yol öyküsüdür. Oyun da bu duruşu bozmuyor ve genellikle bizleri direksiyonun başına oturtuyor. Oyunun hemen başında kaybettiğimiz arabamızı geri alamayacağımızı anladıktan sonra çok daha iyisini yapmanın peşine düşüyoruz. Quasimodo’dan bozma Chumbucket isimli bir karakterin bizim için o dünyadaki en iyi arabayı, Magnum Opus’u, yapabileceğini söylemesinin ardından onu da yanımıza alarak ilk hedefimizi oluşturmuş oluyoruz.
Evet, etrafta pek çok araba buluyoruz ve maceramızda onları kullanıyoruz ancak hem düşman araçlarının çok güçlü olması, hem de asıl hedefimiz olan Wasteland’den kurtulma noktasında içine düşeceğimiz fırtına ve benzeri engeller için son derece kuvvetli bir araca ihtiyacımız oluyor. Magnum Opus da işte bu canavarın ta kendisi. Ancak onun ne kadar güçlü olacağı size kalmış durumda. Çünkü aracınızı karşınıza çıkabilecek her türlü engele karşı hazırlamalısınız ve bunun için de bol bol gezinmeli, araştırma yapmalı ve materyal toplamalısınız. Magnum Opus ve Max’in özelleştirme mekaniğine çok büyük önem verilmiş.