Son üç yıl içerisinde en çok karşılaştığımız yeniliklerden olan elektrikli otomobiller gerçekten göründüğü kadar çevreci mi? Dünya genelinde gelinen son nokta ve rakamlarla Türkiye’yi de içerisine alan bir yazı ile bazı soruların cevaplarını alma vakti gelmiş olabilir.
Elektrikli otomobiller… Son yıllarda karşımıza çıkan en popüler teknolojilerin başında geliyor. Belkide soğuk kış günlerinde annelerimizin “sıkı giyin” nasihatından bile daha çok duyduğumuz bu trend, küresel ısınmanın ve hava kirliliğinin geldiği kritik boyutların bir hediyesi bizlere. Evet, “İnsanoğlu işte, bir şeyi sonuna kadar tüketmeden kıymetini bilemiyor” dediğinizi duyar gibiyiz. 2015 yılında Çin’de gündeme gelen şişe içerisinde temiz hava satışını hatırladığımızda maalesef ki buna katılmamak elde değil. Sıkı LOG takipçilerinin de anımsayabileceği üzere bu elektrikleşme çılgınlığı sadece otomobillerle sınırlı kalmadı. Uçaklar, gemiler, motosikletler, bisikletler hatta scooterlar bile girişim niteliğindeki yeni üreticilerin birer projesi olarak çıktı karşımıza. Bu sürecin amacı ise tartışma götürmez bir temele sabit; “Karbon salınımı yapmayan araçlarla, tertemiz bir gelecek.” Evet, iç karartıcı distopyaların konuşulduğu dönemler içerisinde böylesine bir ütopya kulağa hiç de fena gelmiyor. Lakin burada üzerinde durulması gereken bazı noktalar var ki, eğer bunlara dikkat edilmez ise “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözünü tam karşılığıyla yaşama tehlikesi var.
Konuyla ilgili bahsettiğimiz bu temel soruyu sormadan önce takvimlerimizi 2016 ile birleştirip tüm dünya genelinde atılan adımları bir araya getirmekte fayda var. 2015 yılında düzenlenen neredeyse tüm uluslararası teknoloji ve otomobil organizasyonlarında bazı şeylerin değişeceğini yavaş yavaş hissetmiştik. 2016 içinde de yoluna “tam gaz” devam eden elektrikli otomobillerin bu süreçteki gelişim hızı doğrusunu söylemek gerekirse beklenenin çok üzerinde oldu. Bu süreçte Amerikalı “küçük” bir şirket olarak yola çıkan Tesla’nın inanılmaz bir hızla ivmelenmesinin yanı sıra BMW, Mercedes ve Volkswagen gibi sektörün ağır toplarının da ciddi adımlar attığını gördük. Ayrıca elektrikli otomobile geçiş sürecinde büyük üreticilerle birlikte yeni firmaların doğuşuna da şahit olduk. Tüm bu parçaları bir araya getirdiğimizde elektrikli otomobiller için 2016’nın bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, bundan 10 yıl sonrasına gidildiğinde araştırmacıların elektrikli otomobiller için geriye dönük yapacağı araştırmalarda ulaşacağı sonuçların çıkış noktasının 2016’dan itibaren başlayacağına hiç şüphe yok. Aslında o tarihe kadar elektrikli otomobillerin, içten yanmalı motorların yerini alması fikri, kısa vadede hayal gibi görünüyordu. Ancak dünya genelinde yaşanan hava kirliliğinin harekete geçirdiği politikalarla birlikte, var olan tüm düşünceler bir anda tersine döndü. Otomobilin beşiği diyebileceğimiz ülkelerden Almanya’nın başlattığı yasaklama programını ileriki süreçte Fransa gibi bir diğer dev devam ettirdi. Tüm bu planların uygulanaması için gösterilen en uzak nokta ise 2040.
Evet, otomobil üreticileri her geçen gün yeni modelleri geliştiriyor, menzil değerlerini artırıyor ve elektrikli otomobilleri çok daha cazip bir hale getiriyordu. Ancak ortada hala büyük bir problem vardı. Elektrikli otomobillerle ilgili akıllardaki en büyük çekince olan şarj istasyon sayılarının artırılması gerekiyordu. Bunun için de hiç vakit kaybetmeden ortak paydada bir araya gelen BMW, Ford, Volkswagen, Audi, Porsche ve Mercedes-Daimler gibi dünyanın en büyük üreticileri, Avrupa otoyollarında sunulmak üzere bağımsız şarj noktalarını oluşturmak adına bir araya geldiklerini açıklayarak kaçınılmaz değişimin çok daha erken geleceğinin sinyallerini güçlendirmiş oldu. Örneklerde de gördüğümüz gibi kelimenin tam anlamıyla tüm dünyada bir elektrikleşme seferberliği başlamıştı. Gelelim sorulması gereken şu meşhur soruya; “Elektrikli otomobiller gerçekten düşündüğümüz kadar temiz mi?” cevap ise düşünüldüğünden çok daha karışık.
Bu sorunun cevabını bıçak sırtı bir durum olarak tanımlayabiliriz. Lakin orada kesin olan bir şey var ise o da ülkelere göre değişken olduğu. Kısa bir süre önce Massachusetts Institute of Technology tarafından yayınlanan bir araştırmaya göre, 0 emisyon rozetiyle satılan Tesla Model S P100D‘nin kilometrede 226 gramlık bir karbon salınımı yaptığına işaret edildi. İşte o anda hemen herkesin kafasında bir soru belirmişti; Egzoz çıkışları bile olmayan elektrikli bir otomobil nasıl olurda kompakt sınıftaki benzinli bir otomobilden daha fazla karbon salınımı yapabilirdi?” İşte tam da bu noktada biraz önce bahsettiğimiz değişkenlik kriteri devreye giriyordu. MIT başta olmak üzere diğer araştırma merkezlerinin yayınladığı raporlarda altı çizilen nokta, o elektrikli otomobili şarj etmek için ihtiyaç duyduğunuz enerjiyi nasıl elde ettiğinizdi. Yani asıl mesele öncelikle temiz bir enerji üretmekteydi. Peki elektrikli otomobil üretiminde seferberlik ilan eden dünyanın bu konudaki karnesi nasıldı?
Türkiye Makine Mühendisleri Odası‘nın Haziran 2017 tarihli yayınladığı verilere göre tüm dünya genelinde üretilen elektriğin yüzde 40‘lık bir kısmı kömür gibi fosil yakıtlar vasıtasıyla elde ediliyor. 2016 yılında Bloomberg tarafından yayınlanan rapora göreise Hong Kong ve Çin gibi Uzak Doğu ülkelerinde durum çok daha vahim. Raporun detaylarına baktığımızda Hong Kong’un ihtiyaç duyduğu enerjinin yüzde 53’ünü Çin ise yüzde 60’ını kömürden elde ettiğini görmekteyiz. Bu da “Ben elektrikli otomobil aldım artık çevreyi kirletmiyorum” diyen kullanıcıların içerisinde iyi niyetin tamamen boşa çıktığı anlamına geliyor. Tüm bunların çıkış noktasında da termik santraller var.
Aslında işin bu kadarla sınırlı kaldığını söylemek isterdik lakin bu da en azından şimdilik pek mümkün değil. Elektrikli otomobillerde kullanılan lityum-iyon yapılı bataryaların içeriğindeki pek çok parça nadir bulunan elementlerden üretilmekte. “The Elements of Power” kitabının yazarı David Abraham‘ın da değindiği bu nadir metaller, çoğunlukla çevreye zarar veren madenlerden gelmekte. Bu durum sadece otomobiller için geçerli değil elbette. Bakıldığında güneş panelleri bile, yeryüzünden çıkarılan ve işleme aşaması sırasında çevreye zarar veren nadir metallere dayanıyor. Söz konusu nadir bir materyal olunca ortaya erişim kısıtlığı ve nakliyat problemi de çıkıyor. Çin’in doğusunda yer alan Jiangxi bölgesi bahsettiğimiz bu nadir toprak madenlerine ev sahipliği yapan yerlerden bir tanesi. O bölgede bu materyallerin elde edilme süreciyle ilgili izlenimlerin bulunduğu kitapta, işçilerin yaklaşık 2,5 metre derinliğinde delikler açtığı ve kumlu kili çözmek için toprağa amonyum sülfat döktüğüne değinilmekte. Bu elementlerin geldiği son nokta ise telefonlarımızdan başlayıp elektrikli otomobillere kadar uzanıyor. Bilim insanlarına göre işlemler sırasında oluşan hasarı ölçmek, petrol sondajının etkisini ölçmekten çok daha zor. Yani aslında ortada, kirliliğinin çeşidini değiştirerek çevrenin daha temiz hale gelmesini beklemek gibi bir durum var.
Tüm dünyadaki otomobil üreticilerinin bir bir batarya ve elektrikli otomobil odaklı üretim planı yaptığı şu günlerde, Mazda adeta tek başına bir direniş içerisinde. Bu furyaya geçiş konusunda hiç de aceleci olmayan Mazda mühendisleri, kendi içerisinde geliştirdiği SKYACTIVE teknolojisini 2025 yılı itibarıyla bambaşka bir noktaya taşımak istiyor. Eğer her şey planlandığı gibi giderde Mazda modellerinde kullanılacak SKYACTIVE 3 teknolojisine sahip benzinli araçlar, kilometrede 65 gramlık karbon salınımı yapacak. Bu da biraz önce Tesla Model S için gördüğümüz 226 gramlık değere göre çok ciddi bir başarı demek. Lakin Tesla için telaffuz edilen bu değeri değiştirmek ise her zaman olduğu gibi bizden başkasının elinde değil. Buradaki tek çıkar yol yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmak.
Neyse ki bu konuyla ilgili de yaşanan gelişmeler geleceğe umutla bakmamıza olanak tanıyor. Burada güzel haberi başta vererek üzerimizdeki kara bulutları dağıtalım. Temiz enerji devriminde etkileyici ilerlemeler kaydetmekte olan Avrupa kıtası, 2017 yılı itibarıyla ilk kez kömürü geride bırakarak güneş, rüzgar ve biyokütle gibi yenilenebilir kaynaklardan daha fazla elektrik üretmeyi başardı. Sandbag tarafından açıklanan istatistikte, yenilenebilir kaynaklardan 679 terawatt saat enerji elde edilirken bu değer kömürde 669 terawatt saatte kaldı. Peki bu durum Türkiye’de nasıl?
Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nını verilerine göre 2017 yılında Türkiye, enerjisinin yüzde 34‘ünü doğal gazdan, yüzde 31‘ini kömürden, yüzde 24‘ünü hidrolik enerjiden, yüzde 6‘sını rüzgârdan, yüzde 2‘sini jeotermal enerjiden ve yüzde 3’ü diğer kaynaklardan elde etti. Bu değerlere bakıldığında, İngiltere’de gördüğümüz yüzde 51’lik oran gibi hatırı sayılır bir enerjinin fosil yakıtlardan elde edildiği görünüyor. Hal böyle olunca Türkiye’nin biyokütle başta olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarına daha fazla yatırım yapmasını bekleyebiliriz. Lakin geçtiğimiz günlerde Çerkezköy ve Tuzla için inşası gündeme gelen yeni bir termik santral projesi bu konuda olan beklentilerimizi en azından şimdilik hayal kırıklığına uğratıyor. Özellikle Avrupa ülkelerinin termik santrallerden vazgeçme planlarını yürürlüğe soktuğu son dönemleri düşündüğümüzde.
Türkiye’nin elektrikli otomobil kullanımı konusunda en azından şimdilik aktif olduğunu söylemek pek mümkün değil. Lakin bunu bir kurtuluş ve kaçınılmaz bir son olarak görüyor isek mantıklı olana yönelmekte fayda olduğuna inanıyor ve temenni ediyoruz. Bilim insanlarına göre bu durumun kesin çözümü şu sözde gizli; “İnsanlığın daha fazla çevreci veya elektrikli araca ihtiyacı yok. Bizim ne olursa olsun daha az araca ihtiyacımız var.” Yani, daha fazlasını istiyorsak daha azına odaklanmamız gerekiyor. Yeni bir ütopyayı hayal etmeye ne dersiniz? Trafikte bisikletlerin otomobil sayısını geçtiği, insanların kendi enerjileriyle daha sağlıklı hale geldiği bir ulaşımın hakim olduğu dünya. Evet, ne de olsa ütopyalar güzeldir. Masumiyetini kaybetmediği sürece…