İnternet yayıncılarının oyun sektörüne ne denli büyük bir katkı yaptığının en dikkat çekici örneklerinden biri olan Outlast’in yeni oyunu bizlerle. Tıpkı ilk oyunda olduğu gibi, tepeden tırnağa “yayıncı bağırtmak” için tasarlanmış bu oyunu bu sefer izlemesi bile keyifli değil İlk Outlast 2013 yılında çıktığında oldukça beğenilmişti. Ancak ilginç bir şekilde bu beğeni “genel anlamda” eleştirmenlerden değil, oyunculardan gelmişti. Oynayıp seveni de oldu muhakkak ancak dönüp baktığımızda, Outlast’in haddinden fazla adından söz ettirmiş olmasını yayıncı-seyirci ilişkisi ile bağdaştırmanın çok yanlış olmadığını görüyoruz. Sahip olduğu sayısız jumpscare sayesinde yayıncılar minik çocuklar gibi çığlıklar attı, izleyenler ihya oldu, yayıncılar seyirci sayısını katladı. Aslında Outlast oldukça ortalama bir korku oyunuydu, kötü değildi ama iyi demek de türün öncülerine hakaret olurdu. Fazlasıyla klişe ve ilgi çekmekten uzak bir hikaye, kendini sürekli olarak tekrarlayan oynanış ve bir noktadan sonra baş gösteren tahmin edilebilirlik nedeniyle çuvalladığı çok nokta vardı. Ancak bağımsız bir yapımcının ellerinden çıkmıştı ve oyunun atmosferi de hiç fena değildi. Bu sebeple gönüllerde ayrı bir noktada durabilirdi ama hayır, biz onu alıp baştacı yapmayı seçtik. Bunun sonucu olarak da karşımıza bu ne olduğu belirsiz saçmalık çıktı. ÖLDÜRE ÖLDÜRE ÖĞRETMEK Eğer ki Outlast’a karşı gözlerinizi kör edecek seviyede bir sevgi besliyorsanız bu incelemeden uzak durmanız en sağlıklısı olacaktır. Zira biz pek çok kişinin yaptığı gibi gaza gelerek değil, oyun süremiz boyunca bileklerimizi kesme ihtiyacı hissettirdiği düşüncesini aklımızda tutarak inceleyeceğiz bu oyunu. Outlast 2, görünürde ilk oyunla hiçbir bağlantısı olmayarak başlıyor ve bitiyor. Sonradan bulduklarımızı inceleyerek görüyoruz ki meğer ucundan temas ediyorlarmış birbirlerine. Tıpkı ilk oyunda olduğu gibi, kendini korumaktan her şart ve durumda aciz bir araştırmacı gazeteciyi yönetiyoruz. Eşiyle birlikte gizemli bir hamile kadın cinayetini araştırmaya giden Blake Langermann’ın yolculuğu pek tabii hayırlı bir şekilde seyretmiyor ve sonunda helikopterleri düşerek herkesin unuttuğu bir yerde buluyorlar kendilerini (Ki gerçekten de oyunun geçtiği Supai kenti, Amerika’nın en kuytu köşede kalmış yaşam bölgesi olarak kayıtlara geçmiştir). Blake bir bakıyor karısı yok, pilotu kazayla alakası olmayan bir şekilde rendeden geçirmişler. Elbette kendini korumaktan aciz herkesin yapacağı gibi karısını kurtarmak için kendini bu saçmalığın ortasına atıveriyor bizim cengaver. İlk oyundan aşina olduğumuz kameramız elimizde, köpek bağlasan yaşamayacak kasabaya giriş yapıyoruz. Oyunun hemen başlarında, ileride nasıl bir şeyin bizi beklediğini gözler önüne seren bir sekans karşılıyor bizi. Tam böyle leyla leyla yürürken karşımıza tövbe estağfurullah boyunda bir kadın çıkıyor ve arkadan giren gerilim müziği eşliğinde koşturmaya başlıyoruz. İlk denemede kesin olarak ölüyoruz zira ablamız hem çok hızlı koşuyor, hem de tek seferde vücudumuzda muhtelif yeni delikler açıveriyor. İkinci seferde daha dikkatli olarak geliyoruz, koşuyoruz, sağa sola bakıyoruz ve yine ölüyoruz. Birkaç sefer bu böyle gidiyor çünkü karanlıkta tam olarak nereye gitmemiz gerektiğini, yani o küçücük deliği bize ayrılmış olan küçük saliseler arasında bulmamız bekleniyor. Elbet buluyorsunuz, orası ayrı. Ancak sonrasında anlıyorsunuz ki aslında tüm oyun bundan ibaret. Koş, öl, bir daha dene, öl, sağ kapıyı dene, öl, bir de sola bak, tekrar öl, bul ve devam et. Kimse kusura bakmasın ama, bu gerçekten rezalet bir oyun mekaniği. HİKAYE Mİ, O DA NE? Oyunda o kadar çok koşma ve kaçma sekansı var ki, bir dur da hikayeyi anlat be adam diye yalvarasınız geliyor. Ama hayır, elbette anlatmıyor. Siz bu koşma anlarında bir adet yoldan çıkmış Hristiyan tarikata, bir adet bu tarikatın dediği her şeyin tersini savunan bir tarikata, bir adet ikisinden de bağımsız gariban bir tarikata, olur olmadık yerde giren flashbacklere denk geliyorsunuz ancak oynanış anında noktaları birleştirmeniz mümkün olmuyor. Bunun için etrafta bulduğunuz notları okumalı ve yine dünyanın en saçma mekaniklerinden biri olan bir yerde durup önemli anları 10 saniye kameranızla kaydetmelisiniz. Karakterimiz bu 10 saniye boyunca hiçbir şey söylemeden olayı kaydediyor ancak sonrasında kaydı izleyince konuyla ilgili yorumlar yaptığını görüyoruz. E kayıt yaparken konuşsaydın? Olayla ilgili düşüncelerini hazırda zaten beklemek zorunda olduğumuz anda dinleseydik? Yok, olur mu öyle şey, bizimki de laf… NEDEN? NASIL? NİYE? Ha notları ve kayıtları inceleyince hikaye bir anlam ifade ediyor mu? Zerre alakası yok. Bu kadar umut vadeden ve hatta işlenmesi cesaret isteyen dini konuları ele alıp da, bu kadar başarısız ve tutarsız bir şekilde yansıtmak takdir edilesi. Bakın oyunu bitirip, bütün notları okuyup, bütün kayıtları izleyip, hala sonrasında internette; “Outlast 2 hikaye açıklaması” diye arama yapmak zorunda kalıyorsanız, orada başarısız bir hikaye anlatımı vardır. Tüm o cevapsız kalmış soruların ve mantıksız hissettiren olayların bu şekilde bırakılmış olmasının sebebi, ilk oyunun indirilebilir içeriği olan Whistleblower’a gösterilen yoğun ilgiden başka bir şey değil. “Aslında ne demek istediğimizi çok merak ediyorsunuz değil mi? Kıh kıh kıh, o zaman bir de bunu alıp oynayın” diyecekleri o kadar bariz ki, yani ancak bu kadar bariz olabilir. Kısacası hikaye ve hikayenin aktarımı çok kötü, e oynanışın da kötü olduğundan dem vurduk, peki ya korku ögeleri? Maalesef onlar da en iyi bakış açısıyla ortalamada kalıyor. KORKMAK İÇİN SEBEP YOK! İyi bir korku oyununun sahip olduğunu en önemli özellik belirsizliktir. Neyin, nerede, ne zaman karşınıza çıkabileceği ne denli belirsiz ise, hissedeceğiniz tedirginlik de o denli üst seviyede olacaktır. Outlast 2 bu anlamda da işini çok kötü yapıyor maalesef. Özellikle ilk iki saatten sonra oyunun alışılmış korku oyunu mekaniklerini nasıl kullanmış olduğunu anladığınız için, ne zaman neyin geleceğini her an tahmin edebilir hale geliyorsunuz. Bir kalasın altından geçerken; “Tamam hadi bağır tamam” edasıyla karşılaşacağınız görüntüyü bekliyorsunuz. Outlast 2’nin bir noktadan sonra bizi bir kez bile şaşırtamadığını, belirsizlik hissiyatına sokamadığını söylersek ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılabilir sanıyoruz ki. E BU OLMAMIŞ? İlk oyunun tüm kusurlarına rağmen ilgi çekici olmasında, gerçek hayatta da karşımıza çıkmış olan CIA’in gizli projesi MKUltra’yı işlemesinin büyük etkisi vardı. Outlast 2 de aslında gerçek hayatta yaşanmış bir olaydan, Jonestown Katliamı’ndan ilham alıyor ancak ne yazık ki, esas olayın kendisi kadar dehşet verici olmayı dahi başaramıyor. Eğer yapımcılar bu olayı eğip büküp, saçmalıklarla doldurmak yerine olduğu gibi aktarmış olsalardı dahi yapılmış en iyi korku oyunlarından biriyle karşılaşabilirdik. Onun yerine gereksiz şişirilmiş bir oyunun patlamasına tanıklık ediyoruz… DETAYLAR Oyunla ilgili pek çok olumsuz şey söyledik ve doymaksızın eleştirdik belki ama bir konuda hakkını verelim. Tıpkı ilk oyunda olduğu gibi atmosfer konusunda iyi bir iş çıkarılmış. Bu oyundaki karakterimiz aynı zamanda bir kameraman olduğu için daha iyi bir kameraya sahip. Yerleşik mikrofonlar sayesinde uzaktaki sesleri algılayabiliyor örneğin. Oyun boyunca pek çok ilginç olayla karşılaşıyorsunuz ve durup bunları kaydetmeniz gerekiyor. Konuya az buçuk hakim olabilmek adına bu kayıtları izlemenizde fayda var. İlk oyundaki yakaladı mı kolu bacağı kopartan abiyi hatırladınız mı? Hah işte bu oyunda o görevi bu ablamız üstleniyor ve bıkmak nedir bilmeden peşimizden ayrılmıyor. PUANLAMA