Netflix’in Death Note uyarlaması endişe uyandırıyor
Geçtiğimiz hafta Netflix‘in Death Note uyarlamasına ait ilk fragmanı paylaşmasıyla internet çalkalanmaya başladı. Kızgın hayranların ucu sivriltilmiş oklarını üstüne çeken bu uyarlama hakkında gelin biraz tartışalım.
Tsugumi Ohba tarafından yazılıp, Takeshi Obata tarafından görselleştirilen Death Note dünya çapında etkileyici bir popülerliğe sahip. Mangasının ardından animesiyle de başarı yakalayan serinin halihazırda çekilmiş filmleri de mevcut. Manga ve animeye ilgisi olmayan popüler kültür takipçilerinin dahi adına bir kez mutlaka rastladığı Death Note’un varın hayran kitlesini siz düşünün. Türkiye’de adeta “Anime’ye başlama serisi” işlevi gören Death Note’un mangası da Türkçeye çevrilen ilk serilerden. Hal böyle olunca, Death Note üzerine bir iki kelime etmeden geçmek pek mümkün olmuyor.
Konuya girmeden önce spoiler vermeden Death Note’un konusunu açıklayalım. Japonya’da yaşayan Japon lise öğrencisi Light Yagami, bir gün gizemli bir defter bulur. Death Note isimli bu deftere yazacağı isimlerin öleceğini öğrendiğinde kendi adalet sistemini işleme sokan Light, defterin gerçek sahibi Ryuk ile de kısa sürede tanışır. Ryuk, Japon kültüründe yer alan ve shinigami olarak adlandırılan ölüm meleklerinden biridir. Light’ın kendi adalet sistemini geliştirmesiyle beraber ülkede seri ölümler gerçekleşir. Bunun için önlem almak isteyen Japon hükümeti ise L kod adlı özel bir dedektifle anlaşır. Bundan sonrası ise L ve Light arasında geçen bir “satranç oyununa” dönüşür.
Konuyu kısaca özetlediysek gelelim Netflix’in yapımına. Açıkçası Death Note’un diğer filmlerini izlediyseniz, çok başarılı işler olmadığını da görmüşsünüzdür. Netflix işin içine girince, inanılmaz heyecanlanmış ve gerçekten iyi bir yapım çıkacağı konusunda emin olmuştuk. İlk gelen bilgi ve fragman ışığında ise bazı kavramları tartışmamız gerektiğini hissettik. Öncelikle biraz kitaptan filme uyarlamalardan bahsedelim, sonrasında konuyu biraz daha derinleştireceğiz.
Adaptasyon ikilemi
Kitap uyarlamalarındaki en büyük ikilemlerden biri ortaya çıkan işin kitaba ne kadar sadık olduğu. Kısa bir araştırmayla konu üzerine pek çok akademik yazı bulmak dahi mümkün. Zaman içinde farklı görüşler belirtilmiş, eleştirmenler farklı açılardan uyarlamaları ele almış. Gün sonunda pek çok eleştirmenin bir uyarlamayı eleştirdiğinde dönüp dolaşıp geldiği nokta yine kitaba sadakat oluyor. Ancak bir uyarlamanın başarılı olması için kitabı birebir yansıtmasına gerek yok. Zaten bu durum pek de mümkün değil. Zira yazılı mecra ile görsel mecra arasında ciddi farklılıklar bulunuyor. Bu farklılık sadece bu alanda içeriği oluşturan için değil o içeriği “tüketen” kullanıcı için de geçerli. Yani en basit haliyle okuyucu ve izleyici dinamikleri aynı değil.
Bu noktada konu içeriğin “ruhunu korumaya” bağlanıyor. Akademik eleştiren Christopher Orr iyi bir adaptasyonun edebi kaynağının ruhuna sadık olması gerektiğini belirtiyor örneğin. Öte yandan senaryo yazım koçu Linda Seger ise bu tanımı biraz daha esneterek adaptasyonu yapan kişinin orijinalin ruhunu korurken ortaya yeni bir form çıkarması gerektiğini belirtiyor. Bu noktada Seger’in tanımı yazılı içerikle görsel içerik arasındaki farkı da daha net ortaya koyuyor. Yani adaptasyon sırasında esasen değişiklikler yapmak ve yeni bir şey ortaya çıkarmak gayet normal. Ancak adaptasyonun başarılı olması için uyarlandığı metnin ruhuna sadık kalması gerek. Peki ama bir dakikalık Death Note fragmanının bununla ilgisi ne?
Yazılı metnin ruhunu korumak karakterin özünü korumakla başlıyor. Karakterin kişiliği ve kültürel özellikleriyle bir bütünü oluşturuyor. Mevcut bir metnin uyarlamasında hikaye görsel mecrada kendine yer bulurken, ara olaylar değişkenlik gösterebilir ama özünde karakterlerin değişmesi, olayların ana hatlarının bozulması mevcut içeriğin ruhunu da bozuyor. Bir dakikalık fragmanda gördüklerimiz de bize bunları düşündürttü. Öncelikle hikaye Japonya’dan Amerika’ya taşınmış. Bunda bir sorun yok. Mekandan bağımsız olarak da hikaye işleyebiliyor. Seattle’da geçen Death Note’ta ise asıl sorun karakterin orijinini bozmakla başlıyor. Light Yagami karakteri yerini Death Note’ta Amerikalı Light Turner‘a bırakıyor. Bu değişim sadece kültürel değil alt metinde verilen mesajlarda da kayba yol açıyor. Örneğin Yagami Kanji ile yazılırken içinde “Tanrı” anlamına gelen kami kanjisini barındırıyor. Light Yagami karakterinin büründüğü Tanrı rolüne yapılan bu nüans, içeriği zenginleştiren detaylar arasında yer alıyor.
Oyuncu tercihi
Öte yandan hikayenin Amerika’da geçmesi ana karakterin Amerikalı olma zorunluluğunu beraberinde getirmiyor. Amerika’da yaşayan Japon bir kişi de olabilirdi Light Turner karakteri. Bu seçim de tabii ki whitewashing (beyazlaştırma) tartışmalarını alevlendirdi. Hollywood’un Asyalı aktörlere yer vermemesi üzerine başlayan tartışmalar yakın geçmişte Dr. Strange‘de Tilda Swinton tarafından canlandırılan Ancient One karakterinde de gündemdeydi, Ghost in the Shell’de Scarlett Johansson tarafından canlandırılan Major karakterinde de. Ghost in the Shell’de durum her ne kadar Death Note ile birebir olmasa da orada da Major Motoko Kusanagi gitmiş yerine Mira diye bir karakter gelmiş. Scarlett Johansson’ın Motoko Kusanagi ismine sahip olmasının garip kaçacağını düşündüler herhalde…
Tabii sorunlar burada bitmiyor. Örneğin fragmanda duvarda “Kira” yazısını görüyoruz. Kira, Light’ın halk arasında bilinen adı olarak geçiyor. Ancak bu isim Japonların İngilizce telafuzuna dayanıyor. Killer kelimesi, Japoncada L sesi olmadığından dolayı “Kira” şeklinde telafuz ediliyor. Aynı zamanda Tanrı benzeri bir konuma yerleştiriliyor. Peki Amerikalılar niye Light’a Kira diyor? Bu şimdilik bir soru işareti. Cevabını alamadığımız bir diğer soru ise Ryuk’un ırkı. Shinigami Japon kültüründe yer alıyor ve birden fazla, farklı formda shinigami mevcut. Ayrıca shinigami kelimesi ölüm anlamına gele “shine” ve Tanrı anlamına gelen “kami” kanjilerinden oluşuyor. Ryuk’a shinigami denecekse Ryuk Japon kültürüne ait bir canlı olarak tesadüfen Amerika’da mı yer alacak? Ya da Amerikalılar ölüm meleklerine Japonca mı seslenecek? Yoksa Grim Reaper (Azrail) olarak adlandırılıp kültüre mi adapte edilecek? Bunlar şimdilik boşlukta.
Öte yandan “Bizim siyahi arkadaşlarımız da var” dercesine L’de siyahi oyuncu tercihi yapmış olmaları ise “ruhu koruyarak değişim yapma” tanımımıza da uyuyor. İngiltere’de bir yetimhanede keşfedilen L’in nihayetinde mangada vurgulanmış bir ırksal özelliği yok. Ohba da L’in etnik kökeni açıklarken Japon’dan İngilize, Rus’tan Fransıza uzanan oldukça karışık bir liste sunuyor zaten. Yani L gayet siyahi bir karakter de olabilir. Ayrıca L’i yetimhanesinde keşfeden Watari de kendi ismini koruyor ve Asyalı bir oyuncu tarafından canlandırılıyor. Yani Asyalı oyuncu bulunabiliyor aslında. Ancak ana role kesinlikle seçilmemiş. Açıkça yapılan whitewashing’le beraber metnin ruhunu kaybetmesi ve kültürel alt yapısının bozularak değiştirilmesi ortaya çıkacak işle ilgili soru işaretleri oluşturuyor.
Ancak tabii ki kesinlikle ama kesinlikle peşin hüküm vermiyoruz. Gördüğümüz sadece 1 dakikalık bir fragman ve filmin çıkmasına hala birkaç ay var. Ortaya gerçekten serinin ruhunu taşıyan ve iyi yansıtan bir adaptasyon da çıkabilir. Ancak bu whitewashing yapıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu sebeple hayranların ilk etapta tepki göstermesi oldukça normal. Bu arada şunu da eklemeden geçmeyelim, Japonya’da da yeni bir Death Note filmi çekildi. Death Note: Light Up the New World isimli film geçtiğimiz yıl ekim ayında Japonya da gösterimdeydi. Amerikan versiyonunu izlemek istemeyenler bir de ona göz atabilir. Ancak hikaye açısından daha ileriki bir zamanda geçtiği için, önceki filmleri izlemek isteyebilirsiniz…