İtiraf edelim; bir noktadan sonra bu incelemeyi yazabileceğimize yönelik inancımızı tamamen kaybetmiştik. 2007’de yapımına başlanan, 2011 için çıkış tarihi verilen bir oyundan bahsediyoruz burada. Tarihin ilk ve tek, daha piyasaya çıkmadan remaster edilmiş oyununa hepiniz hoş geldiniz. Söz konusu oyunun ismi başka bir şey olsaydı muhtemelen bunca zamanın sonunda unutulur giderdi. Duke Nukem kalibresindeki bir yapım dahi aradan geçen onca senenin ardından çıkışını yaptığında kimsede en ufak bir heyecan kırıntısı dahi kalmamıştı. Ancak söz konusu oyun, ICO ve Shadow of the Colossus’u yapan insanların yeni eseri olunca iş değişti. 2009’da ilk gördüğümüzde hissettiğimiz coşku, 2015’te yeniden karşımıza çıktığında katlanarak artış gösterdi. Bakın yalnızca geliştirme süreci çok uzun süren bir oyundan bahsetmiyoruz. PS3’e çıkması için tasarlanan, hazır hale getirilen, sonra hazır olmadığı anlaşılan, ardından teknik sebeplerle PS4’e kaydırılma kararı alınan, bu karar sonucu usta yapımcısı Fumito Ueda’yı projede kaybeden, yani kısacası başına gelmedik kalmayan bir oyundan bahsediyoruz. Lakin ICO ve SotC o kadar efsane oyunlardı ki, The Last Guardian’ı bunca şeye rağmen çılgınlar gibi bekledik. Sonuç? Eh, bu kadar badirenin ardından beklediğimiz seviyede bir işin çıkmayacağı zaten çok barizdi. Ancak o özlemini duyduğumuz hissiyatı bizlere bol bol yaşatıyor ya, gerisi biraz teferruat… ARKADAŞLIK TEMASI O hissiyatın tam olarak ne olduğunu ve bu oyundan ne beklemeniz gerektiğini tanımlayabilmek için birazcık Shadow of the Colossus’tan bahsetmemiz gerekiyor. Oynayanların hatırlayabileceği üzere; o oyunda karakterimiz ölmüş olan sevdiği kadını yeniden hayata döndürmek istiyor ve bu uğurda devasa yaratıkların her birini sırayla yok etmeye ant içiyordu. Yaratık tasarımlarının hepsi birbirinden güzeldi ve öldürebilmek için yaptıklarımızı anlatmak istesek kelimeler kifayetsiz kalırdı. Tüm bunları yapmayı göze almamıza sebep olan kadından bahsetmiyoruz bile. Ancak insanlar oyunu bitirdikçe ve tepkiler gelmeye başladıkça ilginç bir durum ortaya çıktı. Kimse sevdiğimiz kadın veya öldürmeye çabaladığımız o devasa yaratıklar nedeniyle vurulmamıştı oyuna. İnsanları asıl yakalayan, karakterimiz Wander ve atı Agro arasındaki yolculuk boyunca gelişen ilişki oldu. Bu durum yapımcı Ueda’nın da dikkatinden kaçmadı ve bir sonraki oyununu işte bu temel üzerine kurmaya karar verdi: Bir insan ve hayvanın arasındaki arkadaşlık! The Last Guardian, oyun dünyasında böylesi az bulunan bir fikirden filizlenerek hayat buldu. Ueda’nın oyunlarına aşina değilseniz, neyle karşılaşacağınızı kestirmeniz biraz güç olabilir. Çünkü Ueda’nın oyunları oyuncuya zorla alıştırılmış olan katıksız aksiyon, patlama ve çatlama dolu oyunlardan değil. Burada arkadaşlığın, paylaşımın, insani duyguların, fedakarlığın ve yolculuğun ta kendisinin bir anlamı var. Ueda duyguları yansıtabilmek için cümlelere ihtiyaç duymayan, oyuncuyu benzersiz bir dünyanın içine atarak atmosferin yoğunluğu ile derdini yansıtmaya çalışan bir adam. The Last Guardian da, önceki oyunların özelliklerini olduğu gibi yansıtmayı başarıyor ve başka hiçbir oyunda denk gelemeyeceğiniz büyülü bir dünyanın kapılarını aralıyor. ADETA AL EVİNDE BESLE Oyun, bir çocuk ve birkaç farklı hayvanın karışımından oluşan dev yaratık Trico’nun arkadaşlığını anlatıyor. Elbette bu öyle kolayca elde edilen bir arkadaşlık değil. Birbirini hiç tanımayan ve hatta ilk karşılaştıklarında güven dahi beslemeyen iki taraf söz konusu. Oyunun tartışmasız en iyi yaptığı şey, adım adım oluşan arkadaşlık bağını inanılmaz güzel yansıtması olmuş. Unutmayın, taraflardan birisi özünde bir hayvan ve nasıl ki ailenize yeni dahil ettiğiniz bir hayvan ancak zamanla size alışıyorsa, Trico da aynen bu şekilde bir zamana ihtiyaç duyuyor. Başlarda ürkek ve mesafeli iken, bir şeyler paylaştıkça durduk yere gelip size temas etme ihtiyacı duyuyor mesela. Oyunun çuvalladığı pek çok şeyden birazdan bahsedeceğiz lakin burayı ne kadar övsek azdır. Trico, bugüne dek bir oyuna yansıtılmış en başarılı hayvan güzellemesi diyebiliriz gönül rahatlığı ile… DUR YAVRUM, DUR EVLADIM! Ancak oyunun en büyük başarısı, en büyük günahı da aynı zamanda… Trico çok gerçekçi, yani, fazla gerçekçi. Bir hayvandan bekleyebileceğiniz hemen her türlü ruh haline sahip. Buna başına buyrukluk ve umursamazlık da dahil. Oyunda ilerleyebilmek için Trico’nun pek çok engeli aşmanızda yardımcı olması gerekiyor. Yeri geliyor sırtına atlayıp yüksek bir noktaya ulaşıyorsunuz, yeri geliyor zincirlere asılarak kapıları açmasına ihtiyaç duyuyorsunuz. Ama işte tüm bunların olabilmesi için Trico’yu yönlendirmek gerekiyor. İlgili noktaya gelmesi, kafasını kaldırması, kuyruğunu sallaması, suda çırpınması gibi pek çok aksiyonu gerçekleştirmesi gerekiyor. Fakat bazen öyle bir hale geliyor ki iş, dakikalar boyunca sözünüzü dinletemiyorsunuz hayvana. Kimileri bunu “Ne güzel işte gerçekçi olmuş, her denileni yapan hayvan mı olur?” diyerek savunuyor ancak, her gerçekçi durum oyun zevkine katkı sağlayacak diye bir durum yok. Düşünsenize futbol oyunu oynuyorsunuz, maç sırasında stadın elektrikleri kesiliyor falan. Bu kadar da realiteye düşmeye gerek yok sanki. İşte Trico’nun bu yer yer söz dinlemez halleri, bir oyunun sabrınızı ne kadar sınayabileceğini size güzel bir şekilde göstermiş oluyor. YÜZÜ GENÇ, RUHU YAŞLI Lakin oyunun çok daha büyük sorunları var ne yazık ki. Her ne kadar oyun sonradan PS4’e uygun bir hale getirilmiş olsa da, yaşını fazlasıyla belli ediyor. The Last Guardian bundan beş yıl önce çıkmış olsaydı kimse yadırgamazdı mesela. İşin sanat tasarımı noktasında hiçbir sıkıntı yok, tasarımlar gerçekten nefes kesici. Ancak işin teknik kısmında oyun büyük tökezliyor. Hele o kamera açıları yok mu, evlerden ırak. Son yıllarda gördüğümüz en başarısız kamera kontrollerinin bu oyunda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. PS3 için bitmiş olan oyunu PS4’e taşırken yalnızca grafiksel detayların elden geçtiği çok belli oluyor. 2010 öncesi dönemi buram buram hissettiren kamera sorunları var oyunda. Koca ekranda Trico’nun tüylerinden başka hiçbir şey göremediğiniz anlar oluyor örneğin. PS4 Pro’nun çıkış yaptığı böylesi bir dönemde bu teknik kusurlar daha da bir göze batıyor haliyle. Ancak işin teknik kısımdan oluşan perdesini araladığınızda, arka tarafta sanatsal bir şaheser bizleri karşılıyor. Bunca sorunu görmezden gelmeye değecek bir güzellik mi bu? Hem de nasıl! TÜRÜNÜN BELKİ DE SON ÖRNEĞİ Ueda’nın birbirini ruhani bir şekilde takip eden oyunlarla yarattığı üçlemesi The Last Guardian’la son bulmuş oluyor. Başına gelen bunca belanın ardından doğal olarak pek çok soruna sahip olsa da, ICO ve Shadow of the Colossus’u sevmiş olanları memnun edecek tüm özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz oyunun. Eğer birbirinin kopyası onca oyundan sıkıldıysanız, The Last Guardian sizler için güzel bir nefes alma imkanı olacaktır. Kusurlarıyla sevmeye çalışın onu, tıpkı Trico’yu seveceğiniz gibi… DETAYLAR Oyun boyunca Trico size bön bön bakarken, siz de aptalca hareketlerle ondan ne istediğinizi anlatmaya çalışacaksınız. Çoğu zaman başarılı olamayacaksınız tabii, orası ayrı… Ueda’nın oyunlarında ortaya koyduğu dünyalar hep nefes kesici olmuştur. The Last Guardian da, özellikle Trico’nun dolaşımına uygun devasa mimarisiyle dikkat çekiyor. Oyunun Shadow of the Colossus’tan ödünç aldığı tek özellik arkadaşlık değil. Colossusların sırtına nasıl tırmanıyorsak, Trico’nun üstüne çıkarken de aynı sistemi kullanıyoruz. Trico ürkek, Trico endişeli… Cüssesine bakıp aldanmayın, bu hayvancağızı korkutan fena bir şeyler var oralarda. Korktuğu zaman onu sevmeyi ihmal etmeyin, her zaman işe yarar… PUANLAMA