İnternet yayıncılığı popülerleştikçe korku oyunlarının sayısında da ciddi bir artış gerçekleşti. Hal böyle olunca, korku denince akla gelen en önemli isimlerden olan H.P. Lovecraft referanslı oyunları da daha sık görmeye başladık. Bakalım The Sinking City, Lovecraft atmosferini ne kadar iyi taşıyabiliyor? Stephen King tarafından modern korku edebiyatının babası olarak nitelendirilmiş Lovecraft’ın türe kazandırdıkları yadsınamaz. Sahip olduğu ırkçılık ve edebiyat yeteneği dolayısıyla okuyucu kitlesi üzerinde sürekli bir ikilem yaratması bir yana, kozmik korku türünü biçimlendirmesi ve kendi ismiyle özdeşleşen bir alt-korku türü oluşturması başlı başına tarihe geçmesi için yeterli. Bugün hemen her popüler kültür segmentinde “Lovecraftian” etiketine sahip bolca eserle karşılaşıyoruz. Video oyun dünyasının sahip olduğu pek çok başarılı yapımda da Lovecraft’ın etkisini görmek mümkün. Call of Cthulhu, Bloodborne, Quake, Darkest Dungeon ve daha pek çok oyun, Lovecraft’ın yaratmış olduğu mitolojinin içinde kendilerine yer buluyor. Öte yandan bu yönde bir adım atmak da cesaret isteyen bir durum zira Lovecraft etkisini verebilmek için sırtınızı klişe “jump scare” sekanslarına yaslayamıyorsunuz… PSİKOLOJİK KORKU Açık konuşmak gerekirse bir anda ekrana zıplayan zombilerden, kafamıza düşen uzaylılardan, durduk yere atılan çığlıklardan çok sıkıldık biz. Korkutuyorlar mı? Evet. Ancak bu saniyelik yaratılan, refleks odaklı bir korku ve psikolojik etki anlamında hiçbir gücü bulunmuyor. Lovecraft’ın uzmanlaştığı ve üzerine eğildiği korku türünde bu tarz hamlelere yer yok. “Lovecraftvari” diğer oyunların incelemelerinde de en az bir kez değindiğimiz gibi, buradaki korku gücünü bilinmezlikten alıyor ve bu da atmosferin kendisinin insanı germesini sağlıyor. Gecenin karanlığında ve kendi kalp atışlarınızı duyabileceğiniz bir sessizlikte, gözünüzün görebileceği mesafelerin hiçbirinde kara parçası bulunmazken denizin ortasında yüzmek zorunda olduğunuzu düşünmek, hiçbir “jump scare” eyleminin ulaşamayacağı psikolojik noktalara temas ediyor. The Sinking City’nin yalnızca Lovecraft elementlerini oyununa taşımadığını, aynı zamanda oyuncuyu onun yaptığı şekilde germeyi amaçladığını görmek bizler için sevindirici oldu. Zaten tam bir korku oyunundan da bahsetmiyoruz burada. Atmosferi ile rahatsız eden, içinde bulunmak istemeyeceğiniz bir dünyada geçen açık dünya macera oyunu olarak tanımlamak daha doğru olur The Sinking City’i. Yapımcı Frogwares burada en güçlü ve tecrübeli olduğu alandan sapmayarak olması gereken tercihi gerçekleştirmiş. Sherlock Holmes serisinden tanıdığımız Frogwares; ipucu toplama, insanları sorgulama ve çevre etkileşimleri üzerinden dava çözme noktasında kendisini fazlasıyla kanıtlamış bir firma. Burada da Lovecraft elementleriyle örülmüş bir dünyada aslında dedektifçilik oynuyoruz. Tabii hem Lovecraft, hem de dedektiflik dendiğinde ortaya tam da tahmin ettiğiniz klişelerden oluşan bir sonuç çıkıyor. YİNE Mİ SEN DEDEKTİF? Ana karakterimiz Charles Reed, savaşta yer almış ve savaşın etkilerini üzerinden atamamış bir özel dedektif. Başından geçenler onun halüsinasyonlar görmesine, uykularından olmasına ve kişiliğini kaybetmesine neden olmuş durumda. Bir korku oyununda en son ne zaman geçmişiyle mücadele halinde olmayan, sorunlu bir özel dedektifi yönetmedik hatırlamakta zorlanıyoruz doğrusu. Ana karakterimizin klişenin vücut bulmuş hali olması bir yana, oyunun dünyası tüm Lovecraft eserlerinin tek bir potada eritilmesinden oluşuyor adeta. Okumuş olanlar daha ilk yarım saat içinde Innsmouth’un Üzerindeki Gölge ve Charles Dexter Ward Vakası göndermelerinin suratlarına umarsızca fırlatıldığını fark edecek. Oyun, böylesi bir yapım için gereğinden fazla büyük bir açık dünya olan Oakmont, Massachusetts’te geçiyor. Gereğinden fazla büyük çünkü yaratılmak istenen gergin atmosferin doğası gereği şehir “yaşamıyor”. Bir açık dünya oyununda yapılabilecek ikincil ve hatta üçüncül aksiyonlar yer almadığında da o haritanın büyüklüğü zulme dönüşmeye başlıyor. Hele bir de buradaki gibi şehir suya battıysa ve ulaşım için kayık kullanılması gerekiyorsa durum daha da fena… YÜKLEME ARTIK YETER! Oyunda yeri geldiğinde aksiyona girmek durumunda kalacaksınız ve Lovecraft mitolojisine ait pek çok yaratık karşınıza çıkacak ancak en büyük mücadeleyi şehirde gezinirken vereceksiniz. Bunun elbette birkaç farklı sebebi var; birincisi, karakter animasyonlarının oldukça çağ dışı olması. Karakterinizi yönlendirmek için gösterdiğiniz çaba sonrası iki kilo verebilirsiniz rahatlıkla. İkinci olarak hızlı ulaşım (fast travel) açılana kadar her yere kayığa atla, in, biraz yürü, tekrar kayığa atla, in ve biraz daha yürü sarmalında sıkışmış bir şekilde gitmeniz gerekiyor. Peki hızlı ulaşım açıldığında dertleriniz bitiyor mu? Elbette hayır. Çünkü oyunun yükleme süreleri sırasında küçük çaplı duşlar alabilir, akşam yemeğini organize edebilir veya kitabınızdan bir bölüm tamamlayabilirsiniz. Üstelik bu yükleme süreleri yalnızca hızlı ulaşım sırasında değil, her yerde karşınıza çıkıyor. Binaya giriyorsun yüklüyor, bölge değiştiriyorsun yüklüyor, karakterlerle konuşuyorsun yüklüyor, yüklüyor babam yüklüyor… Bazı yapımcıların grafik kalitesi ve oyun içeriği kadar optimizasyonun da önemli olduğunu anlayamıyor olması bize çok garip geliyor gerçekten de. Atmosferine kapılıp gitmemiz gereken bir yapımda buna izin vermezseniz, ürettiğiniz şeyin tamamı çamura dönüşüyor ne yazık ki. SHERLOCK MUSUN MÜBAREK? Her ne kadar kötü animasyonlarla bezenmiş kayık ve yürüme süreci mantıksız görünse de, yapımın bir açık dünya olması ve yan görevlerin çoğunun alakasız yerlerde ortaya çıkması sebebiyle hızlı ulaşımı mümkün olduğunca kullanmamak en doğrusu. Zaten isteseniz de istemeseniz de aynı bölgelerden tekrar ve tekrar ve tekrar geçmek zorunda kalacaksınız çünkü bulmak istediğiniz bir kişinin nerede olduğunu ancak belirli yerlere konuşlanmış arşivlerde araştırma yaparak çözümleyebiliyorsunuz. Evet bir dedektifiz ve noktaları birleştirmek bu işin en güzel kısmı ancak keşke bunu dünyanın en sıkıcı süreciyle oyuncuya aktarmasaydınız. Neyse ki Sherlock Holmes serisinden güzel detayları da buraya taşıyabilmişler. En dikkat çekeni, isminden de direkt kopyala-yapıştır yapıldığı belli olan “Zihin Sarayı” mekaniği. Bulduğunuz ipuçlarını görebildiğiniz ve üzerlerinde oynama yaparak sonuca ulaşmayı başardığınız bu mekanik en az Sherlock Holmes’de olduğu kadar iyi çalışıyor. Ulaştığınız sonuçların hemen hepsinde belirli ahlaki kararlar vermek durumunda kalıyorsunuz. Bazen öyle hikayeler karşınıza çıkıyor ki,suçlu olduğunu ortaya çıkardığınız birinin yürüyüp gitmesine izin verirken bulabiliyorsunuz kendinizi. Kararlarınızın oyuna etkisi var ama siz yine de beklentinizi çok yukarıda tutmayın… YAZIK OLMUŞ Yapımcıların Lovecraft’ı iyi anladıkları ve olabilecek en iyi şekilde oyuna aktarmak istedikleri muhakkak. Yaratılmış olan atmosferin kalitesi de bunu gözler önüne seriyor. Ancak çağ dışı animasyonlar, akıllara zarar yükleme süreleri ve sıkıcı mekanikler nedeniyle bu atmosferi hissetmek mümkün olmuyor. Uzun zamandır potansiyelini bu denli kötü kullanan başka bir oyunla karşılaşmamıştık ne yazık ki… DETAYLAR Suya gömülmüş bir açık dünya şehrinde gezindiğimizden pek çok bölgeye kayıkla gitmemiz gerekiyor. Lakin animasyonların kepazeliği nedeniyle bu yolculuklar zulme dönüşüyor. Yapımcı firmanın önceki işlerinin Sherlock Holmes olduğunu attığınız her adımda hissedebiliyorsunuz. Çözmeniz gereken davaların hemen hepsi bu oyunlardan fırlamış gibi. Söz konusu eser Lovecraft aromalı olunca, Cthulhu mitolojisine ait pek çok yaratıkla da karşılaşıyorsunuz. Bu onlardan birisi değil, bu bildiğiniz düz ahtapot… Yapımcılar Sherlock kökenli olduğu için, karakterin “Zihin Sarayı” mekaniğini alıp direkt buraya aktarmaktan çekinmemişler. İyi de olmuş, dava çözme sürecine keyif katıyor. PUANLAMA